Bugün senin için sinemaya gittim…

Sen haymanaya (öbür taraf için böyle derdin) gideli bugün iki sene oldu. Sevgililer gününün hemen ertesi günü kavuştun sevdiklerine. Bizi geride bıraktın ki mirasını yaşayalım, yaşatalım. Hala seni anlatıyorum öğrencilerime. O zamanlar nasılsa aynı öyle. “Bugün yine senden bahsettim” diye girerdim ya eve, ve sen de “aman ne yapacaklar benim gibi buruşuğu, kız allah aşkına ne anlatıyorsun, benim neyim var ki?” derdin. İşte aynı o zamanlar gibi yine seni anlatıyorum öğrencilerime, tek bir farkla. Artık hikayenin sonunda senin nasıl öldüğünü ve nasıl bizimle yaşamaya devam ettiğini de ekliyorum.

Bugün senin için sinemaya gittim.

Seni anmanın, seni yaşamanın ve yaşatmanın yollarından biri sinemaya gitmek. Çünkü sen dedeme sabahın dört buçuğunda yaktırdığın maltızla çamaşırlarını yıkayıp, herkes daireye, işine giderken sinemaya bilet almaya giden, günde üç matinede üç film izleyebilen, sinema parası çıksın diye otobüse binmeyip onca yolu yürüyen kadınsın. Çünkü sen yapamadığın tüm çılgınlıkları sinemada izledikleriyle telafi eden, aşkları, ihtrasları nice maceraları gönlünde saklayan, beyaz perdenin ardında tüm kederini biraz olsun bırakıp nefes alan nice kadından birisin.

96 yaşında gittin öbür tarafa.

Nasıl beklediğin gibi çıktı mı? Dedem seni bekliyor muymuş? Sen onun seni almasını, kavuşacağınız günü hep bekledin çünkü. Tövbe derdin, “Aklımdan bile geçirmem, deden çok iyi adamdı. Hangi koca, sinemaya gidip de yemek yapmayı unutan kadına anlayış gösterir. Kim göstermiş!? Deden çok anlayışlı adamdı. Hem zaten ne zaman bi tatsızlık olsa, haklısın der geçerdim. Siniri geçince de mutlaka diyeceğimi der, içimde tutmazdım. Aman kızım aklında olsun –haklısın- deyince kavga dövüş biter, bunu hiç unutma.” diye nasihatini de esirgemezdin.

Seninle yaşadığım o yıllarda bazen telefonda Barış’la uzun uzun konuşup, tartıştığımız olurdu. Bazen ağlardım, kızardım. Belki saatlerce konuşur çözmeye uğaşırdık. Ben karanlık salonun koltuklarında oturup, elimde telefon sevgilimle tartışırken sen oturma odasından mutfağa doğru koridorda, ayağına büyük gelen 35 numara terliklerini sürte sürte yürür, hiç bana bakmaz, “ömür çiçek kadar narin, bir gün kadar kısa, ağlama değmez hayat, bu göz yaşlarına”yı mırıldanır geçerdin. Neden sonra belki tatlıya bağladığımız belk ide yorulduğumuz için telefonu kapatıp da yanına, televiyon izlediğin küçük odaya gelip, sana sarılarak, ellerinden tutarak, izlediğin her ne ise seninle birlikte izlemeye başladığımda da ağzını açıp tek kelime etmez, hayatta kazımaz, kurcalamaz, sorgulamaz, kötülemezdin. Ben senin biricik torunundum, beni kimse üzmesindi. Ama bunları bana değil, ilk fırsatta ya yemeğe, ya kahvaltıya gelen Barış’a, Sof’un (yani dedemin) ne muhteşem bir koca olduğunu anlattığın sıradan sohbetlerin arasına iliştiriverirdin. Duyması gerekene söylerdin. Ve hatta bi keresinde yeterince etkili olsun diye dişlerini ağzında çevirdiğini, korkutucu görünmek için elinden geleni yaptığını hatırlıyorum. Bunları yazarken senin o çukur yuvalarında mavinin her tonunu, grili beyazlı halkaları barındıran gözlerini, asi kaşlarını, dere yatakları gibi derin yüz çizgilerini, çıkık elmacık kemiklerini, gereğinden fazla büyümüş burnunu ve koca kulaklarını, minicik ağzını ve dudaklarını, bir şey düşünürken çenene koyduğun elini, yuvarladığın parmaklarını görüyorum. Ve evet bunları yazarken dayanamıyor ve ağlıyorum.

Özlemim çok büyük.

Ama biliyor musun? Seni yaşamaya, seninle yaşamaya devam ediyorum. Ne ağlamıştm sen öldüğünde. Haberini aldığımda Hacı Bektaş Veli’ye yakın bir yerde Kayseri’den Ankara’ya dönüş yolunda otobüsteydim. Dua etmiştim beni bekle, ben gelmeden ölme diye. Beni terminale bırakan, duru görüsü açık dostum Sayra’ya, nasıldır ki şimdi Hayruşcum dediğimde, “gayet mutlu canı tatlı istiyor” demişti. Tam da o sıralar lokum diyormuşsun, son sözlerin, son isteğinmiş lokum. Ne severdin çifte kavrulmuş fıstıklı lokumları. Bitmeden alırdık. Çünkü sen yok demesini sevmezdin. Yok deme yok olur derdin. Var derdin, hep var ederdin. Senin paran hiç bitmezdi. Ne çayın ne şekerin ne de pirincin hiç eksik olmadı. O üç aylık maaşınla kraliçeler gibi yaşar, yaşatırdın. Canın ne çekiyorsa al derdin beni bakkala gönderirken. Kim kapına bir şey getirse bahşişini bol verir, asla eli boş göndermezdin. Az yemek yapmasını sevmez ve zaten de bilmez, bilmediğinden yakınır, neyse bakalım kısmetlisi kimmiş, vardır bi talibi, çıkar derdin. Birinin bi yerde içeceği bir lokma suyu, yiyeceği bir loma ekmeği varsa onun yolu oraya düşer, hayatt her şey kader kısmet, şuraya (alnını çizerek) ne yazdıysa, ne yazılduysa o, derdin.

Sen kadere inanırdın.

Ölü doğmuşsun, üç yerinde yaran varmış. Her seferinde ikisini gösterir diğerinden de bahsederdin. Ölü doğmuş diye kenara koymuşlar, birden ağlamaya başlamışsın. Sen yaşamışsın ama anacığın kısa bir süre sonra ölmüş. Seni büyüten annenin ve senden önceki iki ablanın, senden sonra doğan 7 kardeşinin üvey olduğunu küçükken bir komşunuzun patavatsızlığından öğrenmişsin. Keşke hiç söylemeseymiş. Ama kader işte! Doğduğunda İstanbul işgal devletlerinin elindeymiş. Neden sonra Ankara’ya taşınmışsınız. Baban bakkalmış. Çok ama çok iyi insanmış. Adı da Adem. Öz annenin adını doğan ilk kızına vermişsin, İsmet. Üvey annenin adı da Ziynet’miş, pek de kıymetliymiş. Sana olan düşkünlüğünü, aranızdaki ilişkiyi son nefesini vermek için seni görmeyi beklediğinden biliyorum. Onun çenesini bağladıkları yemeniyi her banyo sonrası başına sarardın. Saçlarının nemini onunla alırdın. Sen girmişsin onu yıkamaya. Ölü yıkamak nedir ben de seninle öğrendim. Yanına taşınıp da birlikte kaldığımız yıllarda bana çok şey öğrettin. Al işte ölümü bile seninle öğrendim. Bu beden öylesine bir kabukmuş. Çok yıkamıştım seni. Her banyonda seslenirdin, “ Eliiiff.. kız gel de şu sırtımı azıcık sabunlayıver!” Pamuk gibiydin, yumuk yumuktun. Seni yıkamak zevkti. Saçlarını taramak, tırnaklarını kesmek. O pofuduk ayaklarına çaktırmadan bakım yapmak, refleksoloji yapmak. Sen benim koruyucu meleğimdin. Seninle ilgilenmekten, elimden geldiğince hayatını kolaylaştrımaktan büyük zevk aldım. Sen bana öyle bir dostluk, yarenlik, eşlik ettin ki en zorlu zamanlarımda, biz öylesine anneanne torun olmamışız. Bizim birlikte yapacak işlerimiz varmış. Sen beni ve belki de dedikleri gibi ben de seni, hayata yeniden bağlayacakmışız. Hani hepsi kader de yazılmış ya öyle 🙂

Barış’ı sen seçtin bana.

Çocuk ruhlu ama çok iyi kalpli dedin. Dürüst çocuk ve seni de pek seviyor dedin. Ben senin yerinde olsam bi bakardım dedin. Sen var ya sen! Hani ben zaten bakıyordum da sen deyince bi değişik baktım. Sen de 93 yaşında bizim nikahımıza şahitlik yaptın. Evlilik cüzdanını sen ver istedi memur, kime istersen ona verecektin. Ben emindim beni kayıracağına. Sen kalktın hayat müşterektir dedin “ikimize” birden verdin.

Aden doğdu.

Evlenip de gidince ben, sana zor oldu biliyorum. Ev birden boşaldı. Hani haftada en az iki geliyordum yanına, bazen kahvaltıya bazen çaya. Ama yerini tutmuyor, birlikte yaşadığımız gibi olmıyordu. Senin evin barkın var, merak etme ben iyiyim diyordun. Ama görüyordum ki yavaş yavaş yaşlılığı kabul ediyordun. Hele ki Aden doğunca ve ben bambaşka bir boyutta yaşamaya başlayınca işler biraz daha değişti. Tatlı tatlı kıskanıyordun. Beni de kucağına al, ben de sev, diyordun. Aman bizim de bebemiz oldu, şimdikiler bi değişik mi ben anlamadım diyordun. Ah canım Hayruşum belli etmiyordun ama isyanın büyüktü. Çok yalnız kalmıştın. Acaba alıştığın yalnızlıktan seni çıkartmış olmam hata mıydı? Belki de hiç taşınmamalıydım yanına. Bunlar söylendi hep bize. Ama sen ve ben gayet iyi biliyoruz ki her şey tam olması gerektiği, yazıldığı gibi oluyordu ve de olmuştu. Hem bir saniyesini bile değişmem, birlikte yaşadığımız günlerin, gecelerin, yazların ve de kışların hatırasını.

Anlatacak çok şey var seninle ilgili.

Atmaya direndiğin çizik tavalardan tarihi geçmiş sütlere, sütlü bisküvi akşamlarından, spor müsabakalarına, marşlı bayraklı bayram sabahlarından, sucuklu kahvaltılara, mum çiçeği kokulu salondan, balkon sefalarına seninle ilgili anlatacak çok anım var. Bugün senin için sinemaya gittim. Girebildiğim tek film bir Türk filmiydi. Güldüm. Epey güzeldi. Tek başıma gittim. Biraz hüzün vardı içimde. Neden biz seninle hiç sinemaya gelmemiştik ki? Sonra o yüksek sesten çekindiğini hatırladım. Ama hata etmişim. Seni ne yapıp edip sinemaya getirmeliymişim. Birlikte bir film izler sonra da senin sevdiğin o tavuklardan yerdik. Kısmet. Demek ki kaderimizde yokmuş. Ben de bugün çıkışta, senin eve istettiğin, çok sevdiğin o kızarmış tavuklardan yemeyi planlamıştım. Ben pek yemiyorum ama senin için yiyecektim. Sonra da şöyle diyecektim, “Oh, ölmüşlerin ruhuna deysin.” Ama olmadı. Aden’in servisine yetişmek için eve döndüm.

Oturdum bunu yazdım.

Bugün senin için sinemaya gittim ama yetmedi. Seni anmak seni anlatmak demek benim için. Çünkü sen anlatılası bir kadınsın. Senin kızların ve torunların da öyle. Sen hayatta kalmanın, yılmadan hayattan keyif almanın, cömertliğin, itikatlı olmanın, mucizelerin insanısın. Bugün senin aramızdan fiziksel olarak ayrılışının 2. Senesi doldu. Oralarda iki yaşında bir bebek kadar tazesin. Hakikaten merak ediyorum beklediğin gibi çıktı mı oralar? Sevdiklerine, Emine’ne İsmail’ine, Süleyman’ına kavuştun mu, Adem babana, hasretiyle yandığın anacığın İsmet’e kavuştun mu? Bir Küçük Neriman vardı, bolca telefonda konuştuğunuz. Hayattaysa Allah selamet versin. O da merak ediyordur seni. Biz hepimiz zaten çok özlüyoruz.

Ama biliyor musun?

Kokun hala burnumda, o çengelli iğne ile tutturduğun kahverengi hırkan, başımı kucağına yaslayıp yatışım, gıdının kaymaklığı, sesin, kahkahaların, tüm muzurluğun, hüzünlü, düşünceli hallerin, uzun uzun pencereden dışarı izlemelerin, bulmaca çözmelerin… hepsi, hepsi hala gözümün önünde, burnumda ve sarılsam, olduğun gibi kollarımın arasındasın. Seni yaşamaya devam ediyorum. Sen yaşamaya devam ediyorsun. Ve senin öğretilerin, sana ait, sana özgü olan değerlerin bende, kardeşimde, torunlarında ve tabii ki en çok da kızların da hayata devam ediyor. Aden bile çimdik çimdik makarnayı, buraya bir kuş konmuş oynamayı seninle hatırlıyor. Her zaman “haklısın” diyemesem de Barış’la gayet güzel idare ediyoruz. Bu devirde onun kadar anlayışlı adam zor bulunur. Hayat müşterektir demiştin bize, elimizden geldiğince birlikte kotarıyoruz işte. Canım çok sıkılırsa “ağlama deymez hayat bu göz yaşlarına”yı hatırlıyorum. Birine kızarsam “balıkesir bandırma, yap anasını aldırma” diyor, geçiyorum. Yok demekten çekiniyor, var dedikçe var olmasını hayretle izliyorum. Hayatta en önemli şey şu dil deyip dilime sahip çıkmaya, kalp kırmamaya özen gösteriyorum. Olduğu kadar işte! Biraz olsa yeter değil mi? Ne de olsa kader 🙂

Anneannem seni çok seviyorum.

İyi ki doğmuş, iyi ki doğurmuş, iyi ki yaşamış, yaşatmışsın. Sana da oralarda iyi baktıklarına eminim. Bakmıyorlarsa da dişlerimi gösteririm. Sen benim biricik, kıymetli anneannem, koruyucu meleğimsin.

Seni yaşamaya ve anlatmaya devam edeceğim.

5 comments

  1. Gozyaslariyla okudum,nur icinde yatsin ki eminim oyledir. Ve yine eminim ki birlikte sinemaya gitmemis olsaniz da o bugun filmi seninle birlikte seyretmistir. Cok guzel bir torun birakmis bize…

  2. Çok güzel anlatmışsın Elif; o kahverengi hırka, gülen yüzü, gözleri “ben ölü doğmuşum…” diye anlatmaya başlaması, seni balkondan el sallayarak uğurlaması, mum çiçeği kokulu salon, “okey”li doğumgünü partisi….film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Ruhun şad olsun Hayruş…

  3. Elif, anneannenden genetik olarak aldıkların bir yana birlikte yaşamdan kazandıkların ayrıca seni sen yapan önemli yaşanmışlıklar. Çok şanslı olduğunu, ama bunu farkeden, ayırd edebilen ve kıymetini bilip vefalı bir torun evlat olarak muhteşem kaleminle bizlere “Hayruş sever” lere anlattığın aktardığın için çok teşekkürler. Hayruş Haymanadaki bütün filmleri izliyor, ordan seni koruyor kolluyordur. Ve bu yazı üzerine çok ama çok mutlu olmuştur. Sevgi ve sağlıcakla…seni ben de çok seviyorum.

  4. Pamuk annaneye gitsin dualar… Atalarımız ve onlardan aldıklarımız şifa versin hepimize 🙂 :* Ellerine sağlık.

Yorum bırakın