Uyur idik Uyandırdılar! 

ataturk

Nolur uykumu bölme dedim kızıma, nolur… Anne ışığı açar mısın dedi. Baktım içime ne oluyor, uyku çok tatlı. Peki başka, kızımın bir ihtiyacı var. Varsayımım ne? Kabus gördü ve aslında ortada ne örümcek var ne de başka bir şey, ışığı yakınca görecek. Kendi görmeden rahatlamaz. Peki başka? Aslında tuvalete gitsem süper olur. Yani benim de ihtiyaçlarım var karşılanacak. Tamam. Uyandım. Yatağa oturmuş, gayet uyanık. Onun da tuvaleti varmış, süper. Başka? Nedir seni uyandıran?… Sessizlik. Işık açıkken uyuma arzusu, hay hay. Peki ne oldu kuzucum, sana nasıl yardımcı olabilirim? Gözler kapalı, yamacıma iyice yaklaşmış, efsane yanaklar tam menzilimde, o dudaklar falan. Allahım esirgesin. Evet başka, nasıl yardımcı olabilirim? Nedir seni uyandıran? Anne zaten birazdan sabah olacak, saat kaç? Bakalım, altıya geliyor. Evet pek de gecenin körü değilmiş. İyi de bugün cumartesi keşke uyandırmasaydın, bu kısmı içimden söylüyorum. Ve o yanaklar, gözler çoktan uyku pozisyonu almış eller burnumun ucunda. Bir kez daha soruyorum, nasıl yardımcı olabilirim (hafif operatör havası katarak kibar kibar) yine sessizlik. Dı pörsın yu hev cold ken nat tı riiç et di momınt pliis tıray egen diyorum yavaş yavaş tatlı tatlı gülüyor, kocaman. Tamam şimdi içim rahat. Her ne idiyse geçti. Ve çok geçmeden derin uykusuna geri dönüyor. Ya ben? Tabii ki hayır. Bir kere ışık açık.

Ve başlıyor zihnimden düşünceler birer birer akmaya. İzliyorum. Az önce saate bakarken bizim Davaz’ın ki Zeynep’tir kendisi, harbi insan, mesajına ilişiyor gözüm. Kanal İstanbul için itiraz dilekçenizi şuraya gönderebilirsiniz falan. Bence gecenin kör vakti muamalesi yapılması gereken sabahın bu saatinde hiç açıp okumasam daha iyi yoksa aklıma takılır dediğim bir mesaj. Okumadım ama aklımda işte. Nedir bu Kanal Meselesi? Dün gördüm Greenpeace’in sayfasında, Instagram hesabından duyurmuşlar, bir Trakya var ve ikiye bölünmüş haritada, üzerinde Kanal İstanbul yazıyor. Ekolojik sistemin canına okuyacak demeye çalışıyorlar, kibarca. Hızlıca gördüm, geçtim. Bu Kanal meselesini iki gün önce duydum bizim meydandaki maraş dondurması satan, tüm yaz deli gibi çalışmış şimdi dinlenmeye geçmiş olan çocuktan. Konuyu hiç bilmiyorum, sadece ismine aşinalığım var, sanki birkaç yıllık mesele. Bunu diyor çocuk Mondros anlaşması ile geçemedkileri boğazlara alternatif olsun diye yapmak istiyorlar. O zaman şimdi geçme hakkı olmayan ülkelerde bu yolu kullanabilecek. Mesela Amerika. Hmm falan diyorum ama hala konuya çok uzağım. Sonra yine evvelki gün takip ettiğim bir karikatür sanatçısının etiketi (hashtag) yüzünden bir paylaşım düşüyor duvarıma “ne zamlar ne kanal İstanbul valla bir tiktokçular var ki dünya umurlarında değil” gibi bir şey. Tiktok ne onu da bilmiyorum. Cehaletin dibi. Benim derdim hala çakralar, sayılar, enerjiler, elementler, içsel simya falan. Olayım bu. Bir de haberler ne kadar gerçek onu da bilmiyorum. Niyeyse güvenim yok. Asıl haber Fatih Amcamdan geliyor akşam üstü, gündüz de Mansur Yavaş’ın gönderdiği toplu sms gelmişti. Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin 100 yılını kutlayacağız bugün tam da yerinde, tüm halkımız davetlidir diye. Sonrasında videolar gönderdi amcam. Kuzenlerim Seymen giysisi içinde, amcamlar sivil. 100 yıl önce Rıza Dedemiz ve Müezzin dedemiz ve diğer seymenler her nasıl karşıladılarsa öyle bir ruhla o topraklarda kutlama yapıyorlar. Videoyu izleyince hiç düşünmeden paylaşıverdim hikayede, hocam Ankara’ya mı geldiniz yoksa dediler, yok dedim bunlar bizimkiler. Akrabalarım. Kan bağımız var. Epigenetik hafıza işte. Ve şimdi sabah sabah bunları yazarken tam olarak bunu düşünüyorum. Kanımda, DNA mda bir dünya hafıza var o günlere dair. Eh ne oldu, uyandırdılar. Kim? Kızım. “çocuklar geleceğin bilimidir” diyen kızım. Beni geleceğimiz dürttü, uyandım. Ve başladım işte zihnimden geçenleri izlemeye.

Bunları bir yere boşaltmam, ifade etmem lazım. Canlı yayın mı yapsam? Yok dedim sabah sabah uyandırmayayım kimseyi. Ha bir de yazmamıştım uzun zamandır. Topraklamak iyidir. Bir de 15 temmuz sonrası böyle bir şey yazmışlığım var. Türkiye’yi Kurtarmak diye. O akşam da tepemizden jetler geçerken Aden kalpler çizdiriyordu bana ve bu annecim bu işte diyordu.

Öfke ile, varsayımlar üzerinden kızgınlıklar ile varılacak bir yer yok. Birlik ve bütünlük ile sağlanacak sulh var.

Ve Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu dolaşıyor kafamda Aden beni uyandırdığından beri. Hatta cayır cayır neonlarla yanıyor. Hat, sınır, çizgi, satıh ise yüzey demek. Yüzeyi, toprağın bütününü, canını müdafaa vardı. Sınırlarla sınırlı değildir konu. Bu yüzeyde yaşayan her canlıdan, mikro, makro her organizmadan mesulüz biz. Eh kurtuluş mücadelesinin 100. Yaşı ve hatta yılı 2019.. bu bitmeyen bir mücadeledir. Her nesil özgürlük, bağımsızlık mücadelesini yeniden vermeye mecburdur. Ne oldu bu sene benim bildiğim Kaz Dağları olayı oldu. Yüzeyini aldılar o koca alanın. Müdafaa edebildik mi? Ne oldu sonuç? Daha da ileri gittiler mi? Gitmedilerse sevinemeyeceğim katledilen yer çok büyük ve oradaki bitki çeşitliliği, oksijen miktarı dünyada yok! Ne oldu bizim satıh müdafaası?

Şimdi Kanal İstanbul? Ekolojik sisteme büyük darbe…. Ne olur? Neler olmaz ki? Oradaki toprak olmaz, o toprakta yaşayan bitkiler, hayvanlar olmaz. Kuşların göç yolu son yapılan havalimanı yüzünden zaten sekteye uğradı Zaten onca alan talan edildi ve oranın da sathı müdafaa edilemedi. Peki ne. Olur? Kanal manzaralı evler, villalar, siteler, avemeler olur. Başka ne olur? Asya ve Avrupa suni yollarla ayrılmış olur. Ülkenin jeopolitik önemi çatır çatır ayrılmış olur. İstanbul boğazı terkedilmiş olur. Zaten çok kalabalık. Hele Allah korusun bir de deprem olursa öngörüldüğü gibi İstanbul ve çevresi doğal seleksiyon mu olur? Toprağın, suyun, havanın, yaşayan tüm canlıların, yerin ve göğün bir ruhu, enerjisi vardır be ustalar. Yapmayın eylemeyin bu sadece bizi de değil üstelik tüm dünyanın eko sistemini bozar.

Yurtta sulh, cihanda sulh. Bir de bu dönüyor kafamda, yanıp yanıp sönüyor. İklim krizinden bahsediliyor. Hazır mıyız deniliyor? Plastikler, başa çıkmadığımız, çıkamadığımız atıklar, çöpler kaynaklarımızı, değerlerimizi, zenginliklerimizi, geleceğimizi, çocuklarımızı zehirliyor(uz)! Çocuklar hepimizin, dünya hepimizin. Şu küçücük kanal mı bunca şeye sebebiyet verecek aman canım ne kadar önemli olabilir diyen bir yanım da var hepimiz gibi. Fakat biliyor musunuz? Şuraya arkası taş, önü yaş Kaş’a geldiğimden beri suyun, toprağın, havanın ve güneşin sesini daha çok duyar oldum. Gördüğün de seni görüyor. Baktığın, sevdiğin de seni seviyor. Hiç olmazsa doğa da bu kesin böyle. Olmuyorsa da tevazu ile olmadı diyorsun. Başka bir şey öğretiyor. Şehirde hissetmiyor insan toprağın sesini, rüzgarın esişini, güneşin dekor olmayışını, suyun kıymetini o kadar bilemiyor. Ben kendimden biliyorum. Burada sıcak su yettiğince önce kızımı yıkıyor kalmazsa bana sıcağından soğuk suyun altında onunla konuşarak çarçabuk yıkanıyorum. Bir neşe bir umut o an… Ya da en sıkkın bir anımda balkondan koca bir baykuş süzülüyor sessizce ve kelimelerle ifade edemeyeceğim bir şey fısıldamış, üzerime serpmiş oluyor. Bir kedi bir köpek değil onlarcası birlikte yaşıyor burada, hepimiz birlikte.

Öyle ekolojik, çevreci, politik, devrimci falan olmadım ben hiç. Sevdim sadece ve sevdiğim şeyi hem yaptım hem de çekinmeden söyledim. Pis Sultan Abdal’ı sevdim mesela, Yunus Emre’yi, Aşık Veysel’i… Bu isimleri görünce 2003 seçimlerinde ampülün yanında bilbordlarda oyumu onlara verdim. Ve birkaç gün öğrendim ki, müzeleri, türbeleri, ören yerlerini %30’u yakın tanıdıklardan birine yani bizden birine bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan kişiye ait bir yabancı firmaya satmışlar bilmem kaç yıllığına. Yani şimdi biz Hacı Bektaş Veli’yi ziyarete gittiğimizde ya da Meryem Ana’yı ya da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni, Dolmabahçe Sarayı’nı, Göbekli Tepe’yi, Noel Baba’yı girişte bir para ödediğimiz Kapadokya’daki o muhteşem yerleri mesela, ziyarete gittiğimizde doğa parklarını bir para ödüyorduk ya girişte. Ha işte onu yabancı bir firmaya ödüyormuşuz artık.

Ha bir de Atatürk Orman Çiftliği Meselesi var. İçine koca bir saray ve külliye yapılmış olan orman çiftliği. Orası olası bir savaş durumunda başkentin temel gıda ihtiyacını karşılasın diye bataklıktan ormana çevrilmiş bir alan iken şimdi bambaşka bir şey oldu. Kimsenin parasında, pulunda, şatafatlı hayatında gözümüz yok, gözü kalanın götü düşsün hatta. Benim derdim satıh’la. Nasıl olur da o yeşil alanları müdafaa edemeyiz ki oradan atmosfere yayılan oksijen hepimizin hakkıdır. Nasıl olur da bir ağacı kesmemek için köşkünü taşıtan bir Ata’nın evlatları iken asıl mirasına sahip çıkamayız. Ahan da böyle J yapamayız. Yapamadık. Gücümüz, sesimiz yetmedi. Vardır bir hikmeti.

Bugün Atatürk değil Mustafa Kemal asker arkadaşları ile 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak başlattıkları kurtuluş mücadelesinde küçük bir Anadolu kasabası olan Ankara’ya varmışlar ve muhtemelen gece boyunca dertlerini anlatmışlardır. Beni böyle bir gecede uyutmayan da kızımın ifade edemediği bir şeydir. Nasıl anlatsın? Günlerin tarihlerin enerjisi oldukça tuhaf… 100 yıl öncesinde olan şeylere bugünün içinden geçerek bakmak ve tekrar bugüne gelmek.

İlginçtir ki Samsun’a çıkmalarını dönemin padişahı istemiştir. Çıkın da Anadolu’ya İngiliz Mandalığının ne güzel bir şey olduğunu, olacağını anlatın. Çanakkale gibi mucizevi bir müdafaanın mimarı, genç komutan Mustafa Kemal ve silah arkadaşları ise bu fikre sıcak bakmadıklarını söylemiş, gerekçelerini ortaya koymuş olsalar da padişaın dediği dediktir. Onlar da yola padişahın emri ile çıkar ancak yolda kurtuluş mücadelesini başlatma kararını çoktan vermiş olurlar. 18 silah arkadaşı ve Mustafa Kemal yani 19 kişi (artı mürettebat tabii ki) çıkar 19 Mayıs 1919’da Samsun’a. Şimdi ben bunları niye anlatıyorum. Çünkü kanımda var, kanımızda var. Sen de bunu okumak için bir heves duydunsa senin de ataların kemikleri sızladığı içindir. Bundan 4 sene önce 19 Mart 2015’te hayatımda ilk kez Samsun’a gittim . Hayal Atöyesi adından bir hayal evinde (müzik, dans, tiyatro atölyesi) ilk sehir dışı vahşi ruh yoga atöylemi yapmak, masallar anlatmak için Canan’ın mümkün kıldığı, Eser’in ev sahipliği yaptığı bir yolculuk için. O gün bence, kendimce kurtuluş mücadelesinin başlangıcı idi. 19 Mart idi. Ben de ataları kurtuluş savaşında mücadele etmiş Muzaffer Elif Öney idim. (Öney de yatay, dikey gibi gayet Türkçe Öncü demek imiş) Özümde oysa o gün o çıkartmayı 19 Mart Elif İşcan Samsun çıkartması olarak yaptım. 2.5 yaşındaki kızımı 3 günlüğüne bırakarak. O gece Canan ve Eser beni karşıladı. Ben de espri yapıyordum kendi samsun çıkartmamı söylüyordum. O zaman Kurtuluş yoluna gitmeliyiz bu gece bitmeden demişti Eser, o saatte bile olsa samsun pidemizi yerken. Elbette nasıl da sevinirim. Ve o karşılama alanında Eser bana dedesinin camekandaki balmumundan heykelini göstermişti. Mustafa Kemal’i Samsun’da karşılayan kayıkçı er Yusuf (muydu emin değilim ki öyleymiş – Yusuf Akal) eser’in bıyıklı haliydi resmen. (Yazıyı okursunuz buradan) Bizi buluşturan ortak bir ruh vardı. Bizler hayallerinin peşinden giden dreamerlardık…. Hayal içinde yaşayıp bok içinde ölenlerden değil. Hayallerini gerçek kılan ve geleceğe miras bırakanların torunlarından. Hepimiz gibi…

Asıl miras satıhtı doğaydı. Sınırlar elbette önemliydi de müdaffaa o çizgiler içinde kalan yüzeyin tamamına ve o yüzeyde yaşayan tüm canlılar adına idi.

İşte beni uyutmayanlar. Onlar uyumadı çok mu? Ben bir hikaye anlatıcısıyım. Olaylar arasındaki bağlantıları görürüm. Geçtiğimiz sene 2019 yılı Ankara antlaşması ile Birleşik Krallık’ta yani İngiltere’de yaşamak, orada çalışıp kazanmak ve ne güzel şey İngilizlik telaşının içinden geçtik hep beraber. Size de uğradı mı bu esinti bilmem. Bana geldi. Hiç düşünmediğim halde düşünür buldum. Son bir ay kala eh hadi madem ben de yazayım bir bizınıs pilen dedim oturdum. Epeyce de yazdım. Yazdıklarım yaptıklarımdı. Orada ne yaparım kısmına gelmeden hevesim gitti. Niye mi? Kendimi pazarlıyor hissetiğim için bu bir ikincisi de vay be ne güzel şeyler yapmışım şu 17 senede helal olsun. Bundan sonrası da mis gibi olur ben niye bırakıp gideyim canım güneşli vatanımı diyip kalıverdim. Ha bir gidesim vardı zaten de geldim Kaş’a vardım. Üç senedir Vahşi Ruh Yoga Kamplarını yaptığım yerde, bu senekinin son gününde, ben burada kalacağım bunu istediğimden çok eminin diye kalktım. Bir orta boy valizle geldik yerleştik. İsabet oldu Akıllar almadı, gönüllere yeni yeni sızıyordur bendeki hissin yansıması. Kimseden izin ve hatta tam onay da almadım. Gönlüme düşeni yaptım. Kendi kurtuluş mücadelemi sevdiğim yerde, güneşin, suyun, taşın, toprağın, havanın, candan insanların olduğu yerde başka bir katmanda mümkün kıldım, buna izin verdim.

Hayatımın en enteresan 29 Ekim haftasını burada yaşadım. Annem, kardeşim, kızım ve ben. Kurtuluş mücadelemi anlatırken kelimelerin yetmediği, çaresizce çırpındığım anlarım, anılarım oldu. Olması gerekiyormuş, yoksa olmazdı ki. Bir sonraki “derdim nedir benim”i anlatmam çok daha farklı olur. İnsan yanlışlarıyla öğreniyor en çok. 29 Ekim’de çocukların trampetler, flamalar, bayraklarla cıvıl cıvıl sokaklardan geçerkenki sesleriyle uyandık Aden’le, koştuk hemen biz de meydana. Kaş Meydan’da gündüz törenlerinde gözlerimden yaşlar aktı. Dağı, taşı, kuşu, uyuyan devi şahitti tüm olup bitenlere. Herkes kırmızı tişörtü ve bayrağı ile meydanda idi. Akşam ise düğünde olmak gibiydi. Meğerse cumhuriyetin ilanı buraya iki gün sonra ulaşmış. Buralılar da öyle koca bir ateş yakıp kutlamışlar ki ta karşı kıyıdan Meis’ten görülsün. Ve o gün bugündür de hep çok ama çok coşkulu kutlanırmış. Bu sene de öyleydi, baya düğün gibi. Ve 10 Kasım… yine tüm ahali meydandaydı. Askeri, protokolü, çocuklar, gençler, ortalıkta yeni yürüyen bebekler ve köpekler… herkes… hepimiz… Kore gazisi dede de vardı. Oturduğu protokol sandalyesinde sıkılıp kalktı gitti teker teker tüm askerlerle el sıkıştı, sohbet etti. Havacısı, Karacısı, Denizcisi, hepsiyle… Bir küçük samimi Türkiye vardı. Türktük, Kürttük, Ermeni ve Rumduk, Göçmendik, Yörüktük, Çocuktuk, Gençtik, Yaşlıydık, Esnaftık, Asayiştik, Öğretmendik, Torunduk, Öğrenciydik, Gezgindik.

Mustafa doğup Kemal olmuş ve Atatürk olarak ayrılmış bu önder ruh göçeli 81 yıl oluşunu hep birlikte andık. 6. ve 7. Yıllar haliyle 60 ve 70 yılları geri çekilme yıllarıdır. Maskeler düşer, olmadık, eğreti bilgiler sıyrılır gider. Maskelere olan düşkünlüğüne, nasıl bilinmek ve bilmek isterdin’e mahal vermeden olanın olduğu gibi görülmesi (ki bunu senden ve de benden beklemezdim durumları yaratabilir) ve olduğu gibi bilinmesi (ki böyle bilmek, böyle bilinmek istemezdim sancısı yaratır) mümkün kılınır bu yıllarda ki 8lerde veya 80 lerde sahi’den olan gücünü eline alsın. İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasının bu geri çekilme yıllarına tekabül eden 1998 – 2018 aralığında nasıl da anlaşılmadığını gördük. Bu insan evladı ne diyordu, ne anlatmıştı, ne yapmak istemişti. Biz bu senelerde onu nasıl da anlamamış, anlatamamışız, mirasını koruyamamışız onu anladık. Tarihciler, ekonomistler, siyasiler ve bilimum işinin ehli bu tarihleri bir araştırsın. Bir çok şey bulunacağına adım gibi eminim.

Kendine yeten, tarım, hayvancılık ve sanayisi ile kendine yetip üstelik ihracat yaparak gayet geçinebilen bir cennet toprağa, mirasa saçma sapan hikayeler, ideolojiler, kardeş kavgaları ve hiç olmaması gereken hiyerarşik saçmalıklar ile ihanet etmişiz onu anladık. Anlamadıkysak da anlarız elbet. Bir vekil maaşı ne kadar olsun diyen yaverine öğretmen maaşı ne kadarsa o kadar olsun diyen bu önder ruhun ne demek istediğini anlamamış olduğumuz çok aşikar. Neyse ki 81 seneyi geride bıraktık ve hala çok geç değil. Türkiye cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir bizim görevimiz. Ve bir cumhuriyeti ielelebet yani sonsuza kadar muhafaza ve müdafaa etmek nasıl mümkün olabilir? Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur. Bu kan hafızayı barındırır. Uyutmaz. Uyur oluruz, uyandırırlar. Çocuklar geleceğin bilimidir. Ve biz geleceğe sahip çıkmak zorundayız.

Kantinler, aburcuburlar, varlıklıyla yoksul arasındaki derin farklar, özel okullar ve devlet okulları… Bence bir vekil maaşı bir öğretmen maaşına denk olduğunda bir çok sorun çözülür.

Kimse yanlış anlamasın. Kimsenin malında mülkünde gözüm nazarım yok. Gözü kalanın götü düşsün hatta.

Benim ki hattı değil sathı müdaffaa.

Mustafa Kemal’i o küçük kasabada karşılayanların kız torunuyum. Bir kız anasıyım. Toprak anayı müdafaa etmeyenin yiğitliğinden, efeliğinden, insanlığından şüphe eder bacılarını, karılarını, analık haklarını da aynı şekilde korumuyor, para ve rant uğruna satıyor olduklarını bildirmek isterim. Yurtta sulh, cihanda sulh derken ilk koşulun yurt olduğunu, bu topraklarda huzurun, barışın tüm dünyaya tesir edeceğini, ne güzel şey anglasaksonluk diyenlerin de oradan buraya oy verirken kur farkından beri daha rahat para harcıyoruz oh cennet vatanımız gülümsemelerinin de bir sebepten sönebileceğini, kanallar, oyuklar, yeni hava sahaları açarken kuşun, rüzgarın, yağmurun hepimizin üzerinden vizesiz geçtiğini, hattlardan hiç haberdar olmayıp satıh satıh takıldığını, selin, yağmurun, kuru sıcağın pasaportunun olmadığını hatırlatmak isterim. Toprağa, dünya anaya nasıl davranır, ona ne verirsen o da sana aynını verir. Onu görmezden gelirsen o da seni görmezden gelir bir selde bir yarıkta bir dalgada alır götürür ya da kavurur yer, gözünün yaşına bakmadan; eh sen bakmadın ya onun yavrularına! Kendi yavruların da aralarında olduğu halde, kuşun, kaplumbağanın, ketenkelenin, yılanın, sedirin, çamın, ahını aldınsa hele… Çocuğunun geleceğini, yatlarda, katlarda, plaza ve avemelerde mi tasarladın. Maydanoz olmazsa, ıhlamur kaynatılmazsa, mandalina kokmazsa ne yapacaksın, onu sormak isterim. Belki nedir canım bir kanal açıp geçeceğiz, trafik derdimiz kalmayacak, yeni istihdam alanları açılacak, inşaatlara amele, ofislere beyaz yakalı lazım diyorlarsınızdırlar. Bastığın yerleri toprak diye geçme tanı, altında binlerce kefensiz yatanı… Siz sınızdıyorlar bilir misiniz birilerinin kemiklerinden ateş çıkacak sızlamaktan…

Bu coğrafyada kan kadar, ter ve göz yaşı da döküldü. “Millete efendilik yoktur. Hizmet vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisidir.” demiş, Mustafa Kemal… Samsun’daki Kurtuluş yolunda sırasıyla Samsun’dan sonraki her bir kongrede söylediklerinden biri de buydu. Demek ki bunları anlatıyordu Ana Dolu’da…Hizmetin, emeğin olduğu yerde. Bu toprak bu hizmet ile yıkandı, yoğundu. Bu mücadele 100 sene önce bu zamanlar başladı. Şimdi senin hizmetin nedir? Ruhunun gücünü pazarlık konusu etmeden, öz- yetkiyi maddi güvence ve kaygının berisine atmadan nasıl yaşayabilir, nasıl hizmet eder olursun? Haydi… hayy de bakem! J Düşler öğretisinde der ki,

“Hem düşleyip hem bağımlı olamazsın.

Bağımsız ve özgür ol! Bir asi ol. Bir asi kimseye bağımlı değildir ve kendi eşsizliğine saygı duyar. Onun tek varlık nedeni, düşünü somut hale getirmektir. Bu amacına yaşamını ve tüm enerjisini adar.

Hem düşleyip hem de bağımlı olamazsın. Ama hem düşleyip hem de hizmet edebilirsin. Çünkü hizmet etmek bağımlı olmak demek değildir. Hizmet etmek hem kendi yaşamını hem de başkalarınınkini yönetmektir; seven kişilerin bir etkinliğidir. Yalnızca sevenler hizmet edebilir. Yalnızca hizmet eden bağımlı olamaz. Çünkü yalnızca sevenler hizmet edebilirler. Sevmeyenler ancak bağımlı olabilirler.

Boyun eğip kabullenmek bayağılıktır.

Hem düşleyip hem bağımlı olamazsın. (Stefano D’anna / School for Gods)

———Kanal İstanbul İtiraz dilekçenizi 153 Beyaz masadan yapabilirsiniz. 153 arayıp Önce 5 no bas Sonra 4 çevre ve yeşil alana itirazı bildirin . Not: TC no gerekli ++++++

Mustafa Kemal Atatürk hizmet edenlerin efendiliğini, bağımsızlığını hatırlatmış bir önder ruhtur. Kendini de bu düşe adamıştır. Selanik’li, yakışıklı, başarılı bir komutan askerin bambaşka hayalleri de olabilirdi, o hizmet etmeyi seçti. 19. Benin ve bütünün hayrına, kendinin ve başkalarının hayallerini somutlaştırdı. Köylü kendi ekinini ekip biçti, ağalığı ortadan kaldırdı, vekille öğretmeni bir tuttu. Kendi parasıyla aldığı ve ormana, çiftliğe dönüştürdüğü arsası dahil nesi varsa vatana bağışladı. 19 Mayıs 1919’ta önderlik ettiği kurtuluş mücadelesine tam 19 yıl hizmet ederek 1938’de Hakk’ın rahmetine kavuştu. Ve bu 19 sene içinde tüm milletle bir olup bir mucizeyi gerçek kıldı. Bir metamorfoz yaşandı. Bugün hala o günlerin kaymağını yiyoruz da yiyoruz. Çünkü bu bir adamın değil bir milletin zaferidir. Bu topraklar bunu çok iyi bilir.

Karşı komşumuz var Ela 2 yaşını bitirmedi daha. Ata diye ağlıyor. Resmine bakarak uyuyor. Ne zaman nasıl oldu bu diyorum. Bilmiyoruz diyor anası babası. Bu böyle. Bir de çocuklar biliyor.

5 saattir yazıyorum, saat 11’e 10 var. Aden hala uyuyor. Beni uyandırdığı yeter.

Bence şimdilik tamam. Baştan sona okursam uzun sürer. Siz okurken düzeltiverin imla yanlışlarımı. Sürç-i lisan ettiysek affola. Beni uyku tutmadı da….

2 comments

  1. Canım Elif’im,
    Yolların seçimlerin sevgiyle açılsın, gözüm yüreğim doldu, taştı okurken.
    Aden’i ve seni sevgimle sarmalıyorum 💕

  2. Aslan Aden ! İyi ki uyandırdın 🙂 Arca uyku öncesi Eski Mısır kitabını seçti, okuduk güzelce , sonra kitabın bir bölümünde
    – Kuzum bu şaşkın Mısırlılar bir sürü Tanrı uydurmuşlar aslında bir tane biliyomusun ?
    -Nası yani adı ne onun? Dionysos mu ?
    -Yok ya Dionysos da Doğa Tanrısı ya , ben asıl Tanrıyı diyorum
    – O kim ?
    – Ya bizi en çok seven koruyan kollayan her yerde olan var ya
    – Ha biliyorum Atatürk’mü ?
    – Yok yav Atatürk bizim gibi
    – Tamam Atatürk’ü en çok seven buraya yollayanı mı diyorsun ?
    – Evet o işte, o bi tane

Yorum bırakın